ATAM

İzzet KANZLER imzalı renklendirilmiş fotoğraf.

75 x 100 cm., çerçeveli

 

 

KİM KİMDİR – CEHALETTEN KURTULMA SANATI

CELAL ŞENGÖR

MASA KİTAP-İSTANBUL-MMXXIV

ATATÜRK KİMDİR?

Atatürk, duygusunu ve hırsını aklının önüne geçirmeyen, tarihin gördüğü en büyük komutan ve devlet kurucularından biridir. Ayni zamanda, varlığını milletine adamış ve bundan kişisel olarak haz alan bir dâhidir. Kişisel olarak haz alması çok önemli bir farktır. Onun en önemli özelliklerinden biri de ba- şari bağımlısı olmasıdır. Ona verilen görevi ve gösterilen hedefi en iyi şekilde başarma arzusu küçük yaslarından itibaren vardır. Tabii, başarılı olma arzusu duyan ve bunu düstur edinen birçok insan olduğunu söylemek mümkündür. Atatürk’ün farkı, bu istek ve arzusunu milletinin faydasına evirebilmiş olmasından ileri gelir.

Atatürk için “Kendini halkına feda etti,” derler, bu doğrudur fakat bunu zevk alarak yaptığını da bilmemiz gerekir. Bu bakımdan egoist biri bile sayılabilir. Atatürk; servetle, kadınlarla, rütbeyle, ünle değil de başkalarına iyi gelerek kendi egosunu tatmin eder. Niyeti milletini yüceltmektir.

Akrabası Nuri Conker’ in söylediği gibi aslen Arnavut, fakat kendi tanımına göre Türk Milleti’nin bir üyesi olan Atatürk’ün, doğduğu toprakları da kapsayan bir Cumhuriyet kurma fikri lise yıllarında başlamıştır. Cemal Kutay, onun henüz lise yıllarındayken bir Makedonya Cumhuriyetini düşlediğini yazar. Atatürk o zamanlar etrafındaki cemiyetin çok yozlaşmış ve cahil olduğunun fakına vararak kendi kendine, “İnsan böyle yaşamamalı, benim görevim bu insanları hayal ettiğim seviyeye çıkarmak olmalı, bunun neticesi beni çok tatmin edecektir? diye düşünür. Atatürk kendini, geliştirmek istediği milletin en önünde tutar.

Atatürk, iyi bir entelektüeldir. Bunun iki sebebi vardır: İlki zekâsı, ikincisi de Rumelili olması yani Selanik’te doğması. Entelektüellik, Jules Verne’ in’ de (Bilimkurgunun öncülerinden olan Fransiz yazar ve gezgindir. Birçok icadı önceden tahmin ettiği için “Bilim Falcısı” olarak anılır) söylediği gibi “İnsan ürünlerinin en güzelleri hakkında bilgi ve anlayışı toplama marifetidir? Entelektüellik aynı zamanda mağdur insanların iyiliğine yardım etme dürtüsü de barındırabilir, fakat her entelektüel bunu hissetmez. Bu kadar iyi bilgi edinmiş ve anlamış olan insan, kaçınılmaz olarak insanlığa hizmet etmeye çalışır. Ancak, bunu yapmayanlar da vardır. Yalnızca iyi duyguların değil kötülüğün de su yüzüne çıktığı entelektüellik biçimine Doktor Mengele örnek gösterilebilir. Mengele, Nazi imha kamplarında çalışan bir doktordur. Kadınlar ve çocuklar üzerinde deneyler yapmıştır, hem de bazen hiç uyuşturmadan… Yaptıkları tam bir sadistlik örneğidir. İnsan vücudunu bilmesi, bunları yapabilmesini sağlamıştır ve bu yaptıklarıyla, kendinden sonraki tıbba ciddi katkıda bulunmuştur. Doğum vetiresi buna örnektir. Yahudiler tüm Nazi suçlularını avlamış, yalnıza çok zeki bir adam olan Mengele’yi yakalayamamışlardır.

Atatürk’e dönersek, o milletini çok iyi tanımaktadır. Milletinin içinden kendisini sevmeyen büyük bir kısmin olduğunu da bilir ama İsa’nın söylediği gibi düşünür: “Onları affet çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlar.” Atatürk milletine böyle bakan bir liderdir. Karsısındaki cahil güruhun onu sevip sevmediğini umursamadan onları istediği medeni düzeye getirmek için çabalamıştır; bu onu tatmin eden en önemli amaçlardan biridir. Atatürk’ün bu konuyla ilgili olarak, “Neden ben bu kadar senelik eğitim gördükten, medeni hayatı inceleyip hürriyetin tadını alabilmek için hayatımdan ve zamanımdan feragat ettik- ten sonra avam mertebesine ineyim? Onları kendi mertebeme çıkarayım. Ben onlar gibi değil, onlar benim gibi olsunlar,” düşüncesi vardır. İşte bu Atatürk’ün başarı kriteridir. Benim izimden gelip partizanım olsunlar dememiş, sadece vatandaşlarının onun medeniyet mertebesine ulaşmasını düşlemiştir. Çünkü tüm dünyaya “Bakin benim milletime, ben bunun içinden çıktım, diye göstermek istemiştir.

Atatürk her zaman “Ben döküntü bir insan güruhunun parçası değilim,” der. 10. Yıl Nutkunda, “Türk milleti zekidir, Türk milleti çalışkandır,” dese de aslında öyle olmadığını herkesten iyi bilmektedir. Buna dair bir anekdot vardır: Atatürk, Samsun’a çıkmak için İstanbul’dan ayrılmasının ardından ancak yedi sene sonra İstanbul’a dönebilmiştir. Tabii artık müthiş bir zafer kazanmış kurucu bir liderdir. Gemisi iskeleye yanaştığında onu gören halk, “Yasa Paşam!” ve “Hoş Geldin Paşam!” sloganları atmaktadır. Atatürk geminin küpeştesinden bakar, bir yanında Şükrü Kaya  ((1883-1959): Osmanlı Devleti’nin son yıllarında çeşitli devlet görevleri yaptıktan sonra, Kurtuluş Savaşına katılmış, savaşın ardından Mustafa Kemal Atatürk’ün yakın çalışma arkadaşlarından biri olmuş devlet ve siyaset adamıdır) bir yanında Recep Zühtü vardır (Recep Zühtü Soyak (1893-1963): Kurtuluş Savaşı’nın ilk günlerinden itibaren ulusal direniş hareketinin önderi Mustafa Kemal Paşa’nın yakın çevresinde bulunmuş, onun muhafızlığını üstlenmiştir) . Recep Zühtü dönüp Atatürk’e bakar, onda en küçük bir memnuniyet ve heyecan göremez. Nihayetinde dayanamayıp “Kemal, heyecanlanmıyor musun?” diye sorar. Atatürk, “Recep, bu halk aynı coşkuyla bizi yarın darağacına da götürür,” diye cevap verir.

Atatürk bir dâhidir ama dâhi olmak, onu tanımlamak için yeterli değildir. Atatürk’ün, bu dehasını pratikte faydalı hale getirmesi, onu iyi tanımak için ön plana çıkması gerekir. Onun yöntemi önce kendisine problem seçmek olmuştur. Herkesin iyi bildiği Çanakkale’den başlamak gerekirse, Çanakkale’de kara kuvvetlerini ilgilendiren bir problem olarak düşman birliklerinin nereden karaya çıkmak isteyecekleri konusuna öncelik verilmesi gerekmiştir. Çanakkale Cephesi Komutanı Liman von Sanders, Kilitbahir’den ve Saros Körfezi’nin güneyinden çıkılacağını tahmin eder. Atatürk, “Hayır yukarıdan, Suvla Körfezi’nden gelecekler, der ve sebeplerini anlatır. Liman von Sanders, “Git oraya, bir çıkartma baslarsa hemen haber ver,” diyerek Atatürk’ü Suvla Körfezine gönderir. Atatürk, oraya gidince çıkartmanın çoktan başlamış olduğunu görür. Hemen haber gönderir ve yardıma kuvvet ister. ilk olarak en yakındaki 57. Alay gelir ve Atatürk’le birlikte çıkartmayı orada durdururlar. Düşman kuvvetlerinin çıktığı yer dimdik bir yamaçtır. Türklerin siperleri tepededir, orada makineli tüfeklerle konuşlanırlar ve aşağıda kafasını kaldıranı tararlar. İtilaf kuvvetlerinin çıktıkları yerlerde çörtlü kalkerler vardır, bunlar içi silisyum yönünden zengin kireçtaşıdır. Buraya kazma vuruldu mu kazma geri gelir, o kadar serttir. Kumandanlar buraya bakmadan, askere çıkıp siper kazması için emir verir. Askerler siper kazamaz, siper kazamadıkları için yukarıdaki mitralyöz ateşi altında can verirler. Bu arada Türkler de bu ateş altında ağır kayıplar verir. 57. Alay tamamen şehit olur fakat buna rağmen Türkler düşmanı durdurur.

Burada Atatürk’ün neden Kilitbahir’den değil de Suvla’dan çıkartma yaptıklarına dair öngörüsü çok önemlidir, kendisi Çanakkale Boğazına giden en kısa yolun Suvla’dan geçtiğini önceden tespit etmiştir. Burada bir problem ve çözümü için Atatürk ün uydurduğu bir hipotez vardır. Hipotez, düşmanın Suvla Körfezi’nden geleceği yönündedir. Oraya gider, hipotezinin doğru olduğunu görür. Düşmanı durdurmak gerekmektedir. Mümkün olduğunca süratle haber göndererek 57. Alayın oraya gelmesini sağlar.

 

Daha önce Anzakları durdurabilmek için Conkbayırı’nda, tepedeki siperlerde yanında bulunan bir avuç askere emir verir, “Sakın ben söylemeden ateş, etmeyin, kafanızı kaldırmayın,” der. Anzakların geldiğini görür ve siperin üzerine çıkar. Anzaklar onu görünce ateş açarlar ama vuramazlar. Bu Atatürk’ün şansıdır. Onun bu cesareti göstermesinin sebebi Anzakları iyi görebilmek içindir, bir yandan da arkadan takviye geldiğini bilir. “Ben ölsem de mühim değil,” diye düşünür. Ayrıca askerlerine güven vermek de istemiştir. Yardıma kuvvet gelene kadar orada o an şehit olmayı düşmanı durdurabilme amacıyla göze almıştır. Atatürk o günden sonra mitolojik bir kahramana da dönüşmüştür, bu da aslında Anzaklar arasında gelişen korkunun sebebidir. Bu korku hem düşman ordusuna hem de halka, “Bu adam efsunlu, buna kurşun islemiyor, bu süper güçlere sahip,” diye düşündürmüş ve karşı tarafı en basta psikolojik savaşta yenilgiye uğratmıştır. Bu düşüncenin yaygınlaşmasının diğer bir sebebi de Atatürk’ü daha önceden tanımamalarıdır, Atatürk onlar için yeni ve ilk defa gördükleri bir askerdir. Hiçbiri onunla karşı karşıya gelip konuşmamıştır. Atatürk’ün efsunlu ve yenilmez bir kahraman olduğu sözü özellikle İtilaf Devletleri arasında yayılmaya başlar. Büyük komutanlar buna inanmaz tabiî ama erler arasında bu bir motivasyon kaybına sebep olur. Bir de Yunanlar arasında yaygın olan “Bu adam yenilemiyor” kaygısı da ortaya çıkmıştır. Haksız da sayılmazlar çünkü İtilaf Devletleri onu yenememişlerdir. Atatürk’ün kaybettiği savaş yoktur. Hatta yıllar sonra İngiltere kralı sırf merak ettiği ve onu tanımak istediği için yanına kadar gelir. Tek bildikleri ve gördükleri Atatürk’ün her kafasına koyduğunu yapması olmuştur. Atatürk, tüm bunların ve dünya üzerinde yarattığı etkinin farkındadır. Bütün dünya “Mustafa Kemal Paşa başkadır,” demektedir.
Ayrıca Atatürk, siperlerin içinde dahi her zaman grand tuvalet, pantolonu ve ceketi ütülü, çok temiz şekilde, çizmeleri pırıl pırıl dolaşır. Kafasında miğfer, her gün ayni nizamilikte giyinir. Her gün bir kovayla duş alan bir komutandır. Bunun asker üzerinde muazzam bir etkisi vardır. Asker perişan bir adam değil, grand tuvalet bir adam görmektedir.
Suvla Körfezindeki çıkartmanın başladığı gün, Conkbayırı’ndaki siperlerin üzerindeki Atatürk tüm şıklığı ve kendine güveniyle kırbacını indirir, bizim askerler çıkar ve Anzakları durdurur. İşte bu yeni bir alayın gelmesi için kazanılan zamandır. Atatürk bunu iyi hesaplamış, savaşın kaderini değiştirmiştir. Düşman birlikleri, yenilgileriyle birlikte dönerler. Atatürk, bu olaydan sonra “Anafartalar Kahramanı” olarak anılır. Bu, Atatürk’ün o zamana kadarki en çarpıcı başarısıdır. Ayrıca Atatürk’ün kalbinden vurulduğu yer de orasıdır. Orada kalbine kursun isabet eder ve saatini parçalar. Yaveri görür, telâşlanır, “Komutan vuruldu, birazdan düşer herhalde,” diye düşünür. Atatürk buna karşılık, “Sessiz ol, askerin moralini bozma” der. O saat daha sonra bulunamamıştır çünkü Liman von Sanders hatıra kalmasını istediği için kendi saatini verip Atatürk’ün saatini almıştır. Muhtemelen de Almanya’ya dönerken yanında götürmüştür. Bu zaferden sonra Liman von Sanders, genelkurmaya “Albay Mustafa Kemal’i derhâl generalliğe terfi ettiriyoruz,” şeklinde bir tebliğ yazar. Enver Pasa, terfi ettirmemek için direnir ve “Mustafa Kemal’i paşa yaparsın padişah olmak ister, padişah yaparsın halife olmak ister, halife yapmak istersin Allah olmak ister,” diyerek itiraz eder. Bunun üzerine Liman von San-ders, Enver’i suçlayan ağır bir mektup yazarak söyle der: “Bu kadar başarılı bir askerin terfi ettirilmemesi ordunun moralini bozar.” Kaldı ki ona general rütbesinde ihtiyaç da vardır, sonunda Atatürk tuğgeneral olur. Çanakkale’deki düşman ilerleyişini durdurur ve orada büyük bir zafer kazanır.
Çanak hâdisesi diye bilinen ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Sevr Anlaşması’yla belirlenen alana girmesini yasakla-yan emrin ifası esnasında bizimkiler İngilizlerle karşı karşıya  durmuş ve aralarında bir ahbaplık kurmuşlardır. Örneğin bir gün Ankara’dan teftişe gelineceği haberi gelir. Bizimkilerde dikenli tel yoktur, gidip İngilizlere “Fazla dikenli teliniz var mi?” diye sorarlar. Onlar da “Var, hatta isterseniz biz çekeriz” derler. Ankara’daki teftiş ekibi dönünce İngilizler telleri geri alır. Ayrıca, Çanakkale’de o tarihlerde köprüler İngilizler tarafından tutulmuştur. Atatürk, “Arkadaşlar köprülerin olduğu yerde yazın su var mi?” diye sorar. “Yok Paşam, yanıtını alınca, “O zaman köprüden geçmeyin,” der. Bizimkiler köprüye baka baka etrafını dolanırken, İngilizler de bizimkilere baka baka köprüde beklerler. Savaşın can sıkıcı ortamının yanında aralarında böyle enstantaneler de yaşanır.
Çanakkale Savaşından sonra Atatürk, Güney Cephesine gönderilir. Oradaki duruma bakar, “Arkadaşlar Sina’yı (Suriye-Filistin Savaşı’ndaki cephelerden biridir) savunmak durumunda kalmayın, o kadar büyük gücümüz yok. Geri çekilelim ve Şam düzeyinde cepheyi kurup savunma yapalım,” şeklinde bir değerlendirme yapar. Cemal Paşa (Ahmet Cemal Paşa (1872-1922): Türk siyaset adamı ve askerdir. İkinci Meşrutiyet döneminde İttihat ve Terakki Cemiyetinin üç liderinden biridir. Özellikle Uç Paşalar iktidarı olarak da bilinen, 1913-1918 yollar arasında Osman İmparatorluğu’nun is ve dış siyasetinin belirlenmesinde etkin rol oynamıştır.) kabul etmez, “Biz yeneriz”” der ve Sina’da Mareşal Allenby karşısında sıkı bir yenilgi alır. İngilizler Kudüs’e kadar gelip orayı işgal eder ve bizimkiler Bitlis’e kadar çekilmek zorunda kalır. Sonrasında Atatürk’e 7. Ordu’nun komutası verilir ancak neticede harp kaybedilmek üzeredir. Sevr Anlaşması, Mondros Mütarekesi, Yunanların 15 Mayıs’ta İzmir’e çıkması… Atatürk, “Bu isler böyle İngilizlere takla atarak, ondan bundan medet umarak yapılacak iş değil; bizim ümit edebileceğimiz tek kaynak millettir” düşüncesini savunur. Herkes alay eder. “Balkan Harbi’n-de, Birinci Dünya Savaşı’nda bir sürü asker kaybetmişiz, geriye neredeyse insan kalmamış”, derler. İşte burada Atatürk’ü; ordunun mevcudunu, hangi seviyeye indiklerini ve silah durumunu çok iyi bilmesi yönlendirmiştir. Samsundan Amasya’ya geçer ve Anadolu’daki bütün komutanlara telgraf çeker. Sevr Anlaşması gereği asker terhis edilecek ve silahlar teslim edilecektir. Atatürk, “Sakın,” der, “askerleri terhis etmeyin, silahları teslim etmeyin. Burada önemli bir liderlik söz konusudur. Diğer komutanlar da durumun farkındadırlar, İstanbul’dan ümit yoktur. Komutanların gönlü de Mustafa Kemal’den yanadır, İstanbul’dan gelen emirleri dinlemezler.

İngilizler, oradaki Rum çetelerini korumak için gönderilen Osmanlı müfettiş Mustafa Kemal’ in istediklerinin tam tersini yapıp Türkleri kolladığını fark eder. Bir heyet gönderilir, “Atatürk Anadolu’yu karıştıracak, kendisini derhal geri çekin” emri verilir. Bunun üzerine Mustafa Kemal ordudaki bütün görevle- rinden istifa eder ve “Bundan sonraki yönetimimiz diktatörlük olamaz, halk hareketi olmalıdır” şeklindeki kararını açıklar. Bunun sebebi devletin başında hâlâ padişahin olmasıdır’  Padişaha alternatif biri çıkarılamadığından alternatif ancak halk olabilir. Erzurum’da ve Sivas’ta kongre toplanır. Bunlar Büyük Millet Meclisi’nin açılış çalışmalardır. Atatürk Ankara’ya gider ve 23 Nisan 1920de Büyük Millet Meclisini açar. Mecliste şu karar alınır: “Padişahımız esir. Hür kararlar alamıyor, dolayısıyla onu dinlemek zorunda değiliz. Padişah ve halifenin selâmetine kadar Anadolu’yu Büyük Millet Meclisi temsil edecektir.” Bu esnada Anadolu içlerinde çete isyanları başlamıştır. Atatürk bu çeteleri kendi gayeleri yönünde bir süre kullanır. Ancak bir asker olarak çete liderleriyle is yürümeyeceğini, düzenli ordunun gerektiğini bilmektedir. Bunun üzerine Çerkes Ethem’i orduda görev alması için çağırır fakat Çerkes Ethem kabul etmez. ((1886-1948): Çerkes asıllı Osmanlı askeridir. Kurtuluş Savaşında, Kuva-yı Milliye birliklerinde komutanlık yapmıştır. Kendi bölgesinde TBMM Hükümeti’nin siyasi otoritesini tanımamış ve kendi otoritesine göre hareket etmesiyle birlikte 1920 yılının son aylarında ayaklanma başlatmıştır.). Milli Mücadele birlikleri ellerindeki az güçle Çerkes Ethem’le çarpışır ve onu yener. Bu olaydan sonra Atatürk, düzenli orduyu kurma işine hız verir. Düzenli ordunun ilk çarpışmaları Birinci ve İkinci İnönü savaşlarında gerçekleşir, bu savaşlarda Yunanlar durdurulur. Ama hemen arkasından gelen Kütahya-Eskişehir Muharebeleri kaybedilir. Bu savaşta cephe komutanı İsmet İnönü’dür ve savaş sırasında Atatürk’ü cepheye çağırmıştır. Atatürk daha giderken sorunun ne olduğunun farkındadır, komutanlar da kullanılan yöntem de yetersizdir. Kafasında plan oluşturur, ancak komutanlarının moralini  bozmamak için öncelikle haritaları açmalarını söyler. Harita üzerinde izah eder. ilk olarak, “İsmet, orduyu Sakarya’nın arkasına çek,” der ve ordu 100 km geri çekilir. Komutanlar, “Bu 100 km içerisinde kalan halkı kime bırakacağız!” diye isyan etmeye başlar fakat kimse bir alternatif sunmaz. Atatürk stratejisini “Bak, ben vatanimin içine çekiliyorum. Papulas  (Anastasios Papulas (1857-1935): 1919-1922 Türk-Yunan Savaşı’nda Anadolu’daki Yunan kuvvetlerinin başkomutanlığını yapmış korgeneraldir.) beni takip edecek, ikmal hatları uzayacak, Anadolu’muzun içinde doğru düzgün yol olmadığından Yunan ordusu batacak,” diyerek açıklar. Bu çekilmeden sonra Sakarya Meydan Muharebesi cereyan eder, orada Atatürk bir hattı bütünüyle korumanın hata olduğunu fark eder çünkü o hattın her an yarılabileceğini görür. Okuldan ögrendiği bir şey vardır: Böyle bir hat yarıldığı zaman o hattın uzunluğuyla mütenasip bir mesafede ordunun geri çekilmesi gerekir. Papulas da Atatürk’le aynı kitapları okumuştur, haliyle o da böyle düşünür. Bunlar Avrupa’da okutulan meşhur ders kitaplarıdır. Atatürk ise bu tavsiyeyi aptalca bulur. “Her birlik olduğu yerde tutunamadığı zaman savunmasını tekrar kurana kadar geri çekilir ama onun yanındaki birlikler çekilmek zorunda değil,” diye düşünür. “Orada kendini savunabilirse savunsun, hattın bozulması mühim değil,” diye tahayyül eder. Nihayetinde Atatürk bir emir gönderir: “Hattı müdafaa yoktur, sathi müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır.”

$ 1.000,00

Close
Description
....

1 in stock

Close
Close
Sign in
Close
Cart (0)

No products in the cart. No products in the cart.



Currency
Language